Hep Aynı İnsana Aşık Olmak: Bilinçdışının Tekrar Oyunları

Birçok insanın hayatında fark ettiği ama açıklayamadığı bir durum vardır: Partnerler değişir, zaman değişir, mekan değişir… Ama yaşanan senaryolar, sanki kopyala-yapıştır gibi birbirine benzer. Hep aynı tip insana çekildiğimizi hissederiz. Bir bakmışız, farklı yüzler ama benzer hayal kırıklıkları. İşte Freud’un “tekrarlama zorlantısı” adını verdiği şey tam da budur.

Freud’a göre insan zihni, çözümlenmemiş deneyimlerini farkında olmadan tekrar tekrar sahneye koyar. Çocuklukta bir ebeveyn ilgisiz, mesafeli ya da istikrarsız bir figürse, yetişkinlikte zihnimiz bu tanıdık senaryoyu yeniden kurmaya eğilimlidir. Mantık devreye girer: “Ben bu sefer farklı seçim yaptım.” Ama bilinçdışı der ki: “Hayır, bu sahneyi bir daha oyna.” Böylece aynı tip partner, aynı çatışmalar, aynı yaralar…

Freud bu döngüyü tarif ederken aslında insanın en derin korkusunu da işaret ediyordu: bilinmezlik. Çünkü bilinmez olan, tanıdık acıdan daha ürkütücüdür. Zihin şöyle düşünür: “Evet, bu acıyı biliyorum, daha önce yaşadım, bununla başa çıkabilirim. Ama bilinmeyen huzur? Ona güvenemem.” İşte bu yüzden, bazı insanlar huzurlu bir ilişkiye adım atmak yerine, tekrar tekrar aynı kaotik ilişkilerin içine sürüklenir.

Gündelik hayatta bu tekrarları görmek kolaydır. Bir arkadaşınız “neden hep ilgisiz insanlara denk geliyorum?” diye yakındığında aslında hikaye partnerlerden çok daha büyüktür. O kişi, farkında olmadan çocukluğundaki ilişki modelini yeniden sahneye koyuyordur. Başka birinin hikayesinde, terk edilme korkusu hep aynı şekilde tetiklenir. Kimi zaman öfke, kimi zaman kıskançlık, kimi zaman hayal kırıklığı… Ama temel duygu hep aynıdır: geçmişte yaşanan bir yarayı bugünde yeniden yaşamak.

Freud’un çarpıcı tespiti şuydu: Bu tekrar, acıyı sevdiğimizden kaynaklanmaz. Acı çekmek kimsenin bilinçli tercihi değildir. Ama tanıdık acı, bilinmeyen huzurdan daha güvenli gelir. Bu yüzden de insan, “bile bile lades” yapar gibi aynı sahneyi yeniden oynar.

Tekrarın gölgesinde yaşamak, aslında özgürlüğün sınırlarını da gösterir. Çünkü bilinçdışı alışkanlıklarımız fark edilmediği sürece, hep aynı rolü, aynı sahnede, sadece partnerin adını değiştirerek oynamaya devam ederiz.

İlişkilerde tekrarlanan senaryoları anlamak için çocukluğa bakmak gerekir. Çünkü daha bebekken yaşadığımız deneyimler, yetişkinlikteki bağlarımızın görünmez haritasını çizer. Bu haritayı keşfetmek için en önemli isimlerden biri John Bowlby’dir. Onun geliştirdiği bağlanma kuramı, sevgi, güven ve kaygının insan zihninde nasıl kalıcı izler bıraktığını gösterir.

Bağlanmanın gücü, en iyi Mary Ainsworth’un 1970’lerde yaptığı ünlü “Yabancı Durum Deneyi”yle anlaşılır. Deney basittir ama sonuçları derindir: Bir bebek annesiyle bir odaya girer. Bir süre sonra anne çıkar, yerine yabancı bir yetişkin gelir. Ardından anne geri döner. Kritik nokta, bebeğin annenin gidişine ve dönüşüne verdiği tepkidir.

Bazı bebekler ağlar ama anneleri geri dönünce hızla sakinleşir. Bu, güvenli bağlanmadır. Bazıları annenin gidişine kayıtsız kalır, dönüşünde de mesafeli durur. Bu, kaçıngan bağlanmadır. Bir grup ise annenin gidişinde panikler, dönüşünde hem sarılır hem öfkeyle iter. Bu da kaygılı-kararsız bağlanmadır.

İşte bu kısa deney, yetişkinlikteki ilişkilerin küçük bir fragmanıdır aslında. Güvensiz bağlanma yaşayan çocuk, büyüdüğünde de benzer senaryoları tekrarlar. Kaçınmacı bağlanan yetişkinler, yakınlık isteyen partnerlerden rahatsız olur; duygusal mesafeyi seven insanlara çekilir. Kaygılı bağlananlar ise genellikle ilgisiz ya da mesafeli partnerlere tutulur, çünkü “beni bırakma” korkusu tanıdık bir histir.

Bu tablo bize şunu gösterir: İlişkilerde yaşanan tekrarlar sadece bilinçdışı seçimler değil, çocuklukta yazılmış senaryoların yetişkinlikte yeniden sahnelenmesidir. Çocuklukta “sevgi için çırpınmak zorundayım” ya da “yakınlık tehlikeli” gibi inançlar oluştuysa, yetişkinlikte de seçimlerimizi görünmez bir ip gibi bu inançlar yönlendirir.

Belki de bu yüzden, bir ilişkide defalarca “neden hep aynı tip insanlara çekiliyorum?” diye sorarız. Asıl cevap karşımızdaki kişide değil, geçmişte yazılmış o haritadadır.

İlişkilerde tekrarlanan döngüleri anlamak için bir başka güçlü anahtar, davranışçı psikolojiden gelir. B. F. Skinner’ın hayvanlarla yaptığı deneyler, insan ilişkilerinin derin mekanizmalarını da aydınlatır. Skinner, bir davranışın her zaman değil, yalnızca bazen ödüllendirildiği durumlarda o davranışın daha da güçlendiğini keşfetti. Buna “değişken pekiştirme” denir.

En basit örneği kumar makineleridir. Her seferinde kazanmazsınız. Bazen kaybedersiniz, bazen küçük bir ödül gelir. İşte bu belirsizlik, kumarı en bağımlılık yaratan davranışlardan biri haline getirir. Çünkü beynimiz kesinlikten çok, “bir dahaki sefere olabilir” ihtimaline bağlanır.

Aynı mekanizma ilişkilerde de işler. Partneriniz bir gün sizi görmezden gelir, ertesi gün aşırı ilgili davranır. Bu iniş çıkışlar, aslında ilişkiye daha sıkı bağlanmanıza neden olur. Çünkü zihniniz şöyle fısıldar: “Dün kötüydü ama bugün iyi, belki yarın daha da güzel olur.” İşte bu umut, ilişkiyi bırakmayı zorlaştırır.

Çoğu toksik ilişki bu yüzden bağımlılığa benzer. İnsan, kendisine zarar verdiğini bildiği halde o döngünün içinde kalır. Tıpkı kumar oynarken sürekli kaybedip yine de makineden kalkamamak gibi, ilişkilerde de “bir gün değişir” umudu insanı bağlar.

Bu noktada önemli bir yanılgı da devreye girer: Bu iniş çıkışlar, çoğu kez “tutkulu bir ilişki” gibi algılanır. Bir gün kavga edip ertesi gün barışmak, büyük iniş çıkışlar yaşamak, ilişkide yoğun bir heyecan yaratır. Oysa bu heyecan, gerçek yakınlıktan değil, değişken pekiştirmenin nörolojik etkisinden kaynaklanır.

Davranışçı psikolojinin bu açıklaması, neden bazı insanların huzurlu ve dengeli ilişkileri “sıkıcı” bulduğunu da anlamamızı sağlar. Çünkü beyin, belirsizliğe alışmışsa, istikrar ona cazip gelmez. Tanıdık kaos, huzurlu düzenden daha “canlı” hissettirebilir.

İlişkiler yalnızca bireysel seçimlerden ibaret değildir; içinde yaşadığımız kültür, zihnimizdeki senaryoları görünmez iplerle yönlendirir. Modern aşk anlayışına baktığımızda, neredeyse her şarkının, romanın ve filmin aynı mesajı verdiğini görürüz: “Eksik yanını tamamlayacak kişiyi bul.” Bu anlatı, insanı yalnızca sevecek değil, aynı zamanda “kurtaracak” birini aramaya iter.

Fakat bu mitin gizli bir tuzağı vardır. “Eksik” hissi çoğu kez geçmiş yaralardan kaynaklanır. Çocuklukta yeterince sevilmediğini düşünen biri, yetişkinlikte bu boşluğu dolduracak kişiyi bulmaya çalışır. Ama zihin tanıdık olana yöneldiği için, çoğu kez tam da o yaraları yeniden kanatacak kişilere çekilir. Böylece “tamamlanma” umudu, yeniden yaralanmanın sahnesine dönüşür.

Sosyolog Zygmunt Bauman, günümüz ilişkilerini “akışkan modernlik” kavramıyla açıklar. Bağların hızlı kurulup hızla çözüldüğü, bağlılığın hem arzulandığı hem de korkulduğu bir çağda yaşıyoruz. İnsan bir yandan derin bağ isterken, öte yandan bağlanmaktan ürker. Bu çelişki, sürekli yinelenen senaryolar üretir: hızlı başlayan ilişkiler, hızlı kopuşlar… Ama özde çok az şey değişir.

Kültürel mitler yalnızca seçimlerimizi değil, hislerimizi de şekillendirir. “Aşk böyle olmalı” diye düşündüğümüz şey, aslında sinemadan, edebiyattan, popüler kültürden öğrendiğimiz şablonların içselleştirilmiş halidir. Büyük kavgalardan sonra gelen barışmalar, çalkantılı ilişkilerin “gerçek aşkın kanıtı” olduğuna dair yanılsama yaratır. Böylece huzurlu ve dengeli bir ilişki sıkıcı gelir, çünkü kültür bize kaosu tutku olarak sunmuştur.

Bu toplumsal hikayeler, bireysel tekrarlarımızla birleştiğinde güçlü bir yanılsama ortaya çıkar: tanıdık acı, “gerçek aşk” gibi görünür. Oysa çoğu kez bu, yalnızca kültürün bize öğrettiği senaryoların kendi bilinçdışımızla buluşmasından ibarettir.

İlişkilerde tekrar eden senaryoları yalnızca kültür ya da çocukluk deneyimleriyle açıklamak eksik kalır. Bir de beynin işleyişi var. Sinir sistemi, güvenli olanı değil, tahmin edilebilir olanı sever. Çocuklukta hangi ilişki dinamiklerini yaşadıysak, beynimiz onları “alışılmış” olarak kaydeder. Bu yüzden huzurlu bir ilişki bile başlangıçta “sıkıcı” gelirken, çalkantılı bir ilişki yoğun ve çekici görünebilir.

Dopamin döngüsü burada kritik bir rol oynar. Dopamin mutluluk hormonu değil, beklenti ve öğrenme kimyasalıdır. Belirsiz ödüller (bir gün ilgisiz, ertesi gün aşırı ilgili bir partner gibi) dopamin sistemini sürekli uyarır. Beyin, bu belirsizlikte “bir sonraki ödül” ihtimalini kovalamaya başlar. Bu, kumar makinelerinin bağımlılık yaratan mekanizmasıyla neredeyse aynıdır.

Stres hormonları da tabloya eklenir. Kaygılı ilişkilerde sık sık yükselen kortizol, bedeni alarma alıştırır. Kavgadan sonra gelen kısa barışma anı, beyin için büyük bir ödül gibi kaydedilir. Böylece kişi, aslında huzur değil, bir nörolojik bağımlılık döngüsü yaşar. Tanıdık kaos, güvenilir bir huzurdan daha cazip gelir çünkü beyin onu “alışıldık” olarak etiketlemiştir.

Peki, bu zincir nasıl kırılır? Terapi burada kritik bir rol oynar. Freud’un bahsettiği “tekrarlama zorlantısı” çoğu kez terapi odasında yeniden sahnelenir. Danışan, çocukluğundaki figürlere benzer duyguları terapiste yöneltir. Bu aktarımlar güvenli bir ilişkide yeniden yaşandığında, ilk kez farklı bir son mümkün olur. Yani geçmiş senaryolar silinmez ama başka bir sonla yeniden yazılabilir.

Felsefe de bu noktada devreye girer. Jean-Paul Sartre’ın sözü hatırlayalım: “İnsan, yaptıklarının toplamıdır ama yapabileceklerinin de sorumlusudur.” Geçmişimiz bizi şekillendirmiştir ama geleceğimiz üzerinde mutlak bir hükmü yoktur. Erich Fromm’un dediği gibi, özgürlükten kaçıp tanıdık hapishanelere sığınmak kolaydır; asıl cesaret, bilinmeyenin kapısından geçmektir.

Sonunda mesele şuraya gelir: “Neden hep aynı kişilere aşık oluyorum?” sorusu, aslında bir özgürlük sorusudur. Geçmişi fark etmek, zincirin ilk halkasını gevşetir. Küçük seçimlerle yeni deneyimler denenir. Ve bir gün, tanıdık acının zorunluluk olmadığını, huzurun da sevgi kadar güçlü olabileceğini fark ederiz. Belki işte o an, gerçek özgürlük başlar.

Önceki
Önceki

Beynimiz Gerçekten Bilgisayar Gibi mi Çalışıyor?

Sonraki
Sonraki

Kıskançlık: Yetersizlikten mi, Yoksa Bağ Kurma Arzumuzdan mı Doğar?