Kıskançlık: Yetersizlikten mi, Yoksa Bağ Kurma Arzumuzdan mı Doğar?
Bir kafede oturduğunuzu düşünün. Karşınızda partneriniz var. Sessizce telefonuna bakıyor, sonra birden gülümsüyor. O an içinizde ince bir huzursuzluk beliriyor: “Kiminle konuşuyor?” Ya da çok yakın bir arkadaşınızın yıllardır hayalini kurduğunuz bir işe girdiğini duyuyorsunuz. Ona içtenlikle seviniyorsunuz, ama içinizin bir köşesinde “Neden ben değilim?” sorusu yankılanıyor.
Kıskançlık işte böyle anlarda kendini belli eder. Birkaç saniyelik bir bakış, küçücük bir ayrıntı, basit bir haber… Hepsi, içimizdeki kırılgan noktaları yoklar. Ve biz çoğu zaman bu duygudan utanır, onu bastırmaya çalışırız. Çünkü kıskançlık, sosyal hayatta “ayıp” ya da “zayıflık” sayılır. Oysa gerçekte, kıskançlık insanlık kadar eski ve evrimsel kökleri olan bir duygudur.
Bu duygunun asıl çarpıcı yanı, yalnızca kaybetme korkusunu değil, sevgiye ve bağa duyduğumuz derin ihtiyacı da açığa çıkarmasıdır. Kıskançlık bize hem “Neyi kaybetmek istemiyorum?” hem de “Neden başkasının sahip oldukları bana tehdit gibi geliyor?” sorularını sordurur. Bu soruların cevapları, hem bireysel geçmişimizde hem de insanlık tarihinin derinliklerinde saklıdır.
Kıskançlık çoğu zaman bireysel bir zaaf gibi görülür; “güvensizlik”, “özgüven eksikliği” ya da “kontrol isteği”nin bir yansıması sanılır. Oysa evrimsel psikolojiye bakıldığında bu duygu, yalnızca kişisel bir zayıflık değil, türümüzün hayatta kalma stratejilerinden biri olarak karşımıza çıkar.
Evrimsel psikolog David Buss’un çalışmaları bu konuda oldukça çarpıcıdır. Buss, farklı toplumlarda yaptığı araştırmalarda erkekler ile kadınların kıskançlık deneyimlerini karşılaştırır. Erkeklerde kıskançlık çoğunlukla “cinsel sadakatsizlik” üzerinde yoğunlaşır. Bunun sebebi biyolojiktir: Binlerce yıl boyunca erkekler, bir çocuğun gerçekten kendi genlerini taşıyıp taşımadığını bilemezdi. Bu belirsizlik, “ya benden değilse?” kaygısını doğurmuş ve kıskançlık bu ihtimali azaltmak için gelişmiş bir mekanizma haline gelmiştir.
Kadınlar içinse mesele daha çok “duygusal sadakatsizlik”le ilgilidir. Çünkü kadınlar tarih boyunca doğrudan çocuk bakımı ve kaynaklara erişimle ilgilenmek zorunda kalmıştır. Partnerin duygusal ilgisini kaybetmek, beraberinde güvenceyi ve desteği de kaybetmek anlamına gelebilirdi. Bu yüzden kadınlarda kıskançlık, partnerin kaynaklarını başka birine yöneltme ihtimaline karşı gelişmiş bir savunma stratejisi olmuştur.
Bu biyolojik açıklamalar, modern ilişkilerde kıskançlık patlamalarını daha anlaşılır kılar. Partnerimizin başka birine yönelmesi yalnızca bugünün duygusal kırgınlığını değil, binlerce yıl öncesine dayanan evrimsel kaygıları da harekete geçirir. İlginin kaybı, desteğin azalması ya da dışlanma ihtimali, tarih boyunca hayatta kalma şansını azaltan risklerdi. İşte kıskançlığın keskinliği, aslında bu köklü tarihsel zorunlulukların bugüne taşınmış halidir.
Ama burada kritik bir ayrım yapmak gerekir: Kıskançlık bir zamanlar işlevsel olmuş olabilir, fakat bugün aynı mekanizma çoğu zaman ilişkilerde yıkıcı sonuçlar doğurur. Evrimin bize bıraktığı bu “alarm sistemi”, modern hayatın karmaşık bağlarında kontrolcülüğe, güvensizliğe hatta şiddete dönüşebilmektedir. Dolayısıyla kökenleri anlamak, kıskançlığı otomatik olarak meşrulaştırmak değil; hangi bağlamda işlevsel, hangi bağlamda yıkıcı olduğunu ayırt edebilmek için önemlidir.
Kıskançlığın yalnızca biyolojik değil, psikolojik kökleri de vardır. Psikanalitik kuram bu duyguyu insan gelişiminin en erken dönemlerine kadar götürür. Freud için kıskançlık, “ödipal dönem”in merkezinde yer alır. Çocuk, ebeveynlerinden birine yoğun sevgi beslerken diğerini rakip olarak görür. Bu üçgen, sevginin yanında kaybetme korkusunu ve kıskançlığı da şekillendirir.
Melanie Klein ise çıtayı daha da geriye, bebekliğe taşır. Ona göre bebek, annenin sevgisini ve ilgisini bütünüyle kendisine ait sayar. Annenin başka birine yönelmesi (örneğin babayla konuşması ya da başka bir çocuğa ilgi göstermesi) bebek için sevginin bölünmesi demektir. Bu durum, kıskançlığın en saf hali olarak ortaya çıkar: “Benim olan sevgiyi başkası alıyor.” Klein, bu deneyimin hayat boyu tekrarlandığını söyler. Yetişkinlikte partnerin ilgisinin başkasına kayması ya da bir arkadaşın daha çok değer görmesi, aslında çocuklukta öğrenilmiş bu ilksel korkunun güncel versiyonudur.
Psikanalitik açıdan kıskançlık, yalnızca “başkasında olanı istemek” değildir. Daha derin bir yerde, “ben değerli miyim?” sorusunun etrafında döner. Kıskançlık, yetersizlik duygusunun ötesinde, sevgi ve bağ kurma ihtiyacının tehdit altında olduğu hissidir. Bu yüzden kıskançlık çoğu zaman utançla iç içe yaşanır: Hem “onu kaybedebilirim” korkusu vardır, hem de “bu duygum beni küçük düşürüyor” utancı.
Bugün yetişkinlikte yaşanan birçok kıskançlık sahnesi aslında bu erken deneyimlerin yankısıdır. Partnerimizin ilgisini paylaşmaktan duyduğumuz rahatsızlık, çocukluğun “sevgiyi kaybetme” korkusunun devamıdır. Bir arkadaşımızın başarısına gölge düşüren kıskançlık da çoğu kez çocuklukta içselleştirilmiş “değerli miyim?” sorusunun tekrarından başka bir şey değildir.
Kıskançlığı anlamak için yalnızca iç dünyamıza bakmak yetmez; çünkü bu duygu başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerde, onların gözünden kendimizi değerlendirdiğimiz anlarda daha da görünür hale gelir. Sosyal psikolojinin ortaya koyduğu en önemli bulgulardan biri şudur: İnsan sürekli kıyas yapar. Leon Festinger’in sosyal karşılaştırma kuramı, bu mekanizmayı açıklayan güçlü bir çerçevedir.
Geçmişte bu kıyaslamalar daha sınırlıydı. İnsan, kendi mahallesindeki, işyerindeki ya da yakın çevresindeki kişilerle kendini ölçerdi. Oysa bugün sosyal medya, kıyaslamaları sınırsız ve neredeyse sürekli hale getirdi. Arkadaşınızın tatil fotoğrafları, tanımadığınız birinin aldığı terfi, başkasının yeni evi ya da arabası… Her biri zihnimizde küçük bir soru işareti bırakır: “Benim neden yok?”
Bu durum, kıskançlığı sadece bireysel bir his olmaktan çıkarıp, toplumsal olarak üretilen bir duyguya dönüştürür. Hepimiz başkalarının hayatlarının parlatılmış bir versiyonuna maruz kalırız ve bu imgeler, kendi hayatımızı daha yetersiz görmemize neden olur. Kıskançlık artık yalnızca partnerle ya da yakın arkadaşla yaşanan bir duygu değil; modern kültürün sürekli ürettiği bir ruh hali haline gelir.
Sosyal psikoloji, bu noktada kıskançlığın yapıcı ve yıkıcı yüzünü ayırt etmemizi sağlar. Bir yandan kıskançlık, “ben de başarabilirim” diyerek bizi harekete geçirebilir. Ama çoğu zaman kıyasın dozu arttığında, yalnızca kendi değerimizi sorgulatan ve içimizi tüketen bir gölgeye dönüşür. Yani kıskançlık, bireyin değil, içinde yaşadığı sosyal ortamın da bir ürünü olarak düşünülmelidir.
Kıskançlık, yalnızca bireyin iç dünyasına ait bir duygu değildir; içinde yaşadığı kültür tarafından da şekillendirilir. Antropologlar, farklı toplumlarda kıskançlığın bambaşka anlamlara sahip olduğunu gözlemlemiştir. Örneğin Akdeniz kültürlerinde partnerini kıskanmak çoğu zaman “aşkın işareti” olarak görülür. Birinin “kıskanç değilim” demesi, bazen sevgisiz ya da ilgisiz olmakla bile suçlanabilir. Oysa daha bireyci Batı kültürlerinde kıskançlık, güvensizlik ya da kişisel yetersizlik belirtisi gibi yorumlanır. Aynı duygu, farklı bağlamlarda tamamen ters anlamlara bürünür.
Antropolojik gözlemler, kimi kabile toplumlarında kıskançlığın neredeyse hiç yaşanmadığını ortaya koyar. Bunun nedeni, o topluluklarda cinsellik ve ilişkilerin kolektif bir deneyim olarak yaşanmasıdır. “Benim partnerim” ya da “benim sevgim” gibi sahiplenici bir dil gelişmediğinde, kıskançlık da görece zayıf kalır. Modern toplumlarda ise romantik ilişkiler büyük ölçüde özel mülkiyet fikriyle yan yana düşünülür: “O benim eşim”, “benim sevgim.” Bu sahiplenici yaklaşım, kıskançlığı da daha keskin ve yoğun kılar.
Bir de işin toplumsal cinsiyet boyutu var. Geleneksel yapılarda erkek kıskançlığı, çoğu zaman “namus” ya da “onur” kavramlarıyla meşrulaştırılmıştır. Erkek için kıskançlık, kontrolün ve otoritenin bir göstergesi haline getirilmiştir. Kadın kıskançlığı ise daha çok bastırılmış, “ayıp” ya da “gereksiz” olarak küçümsenmiştir. Oysa her iki durumda da ortak nokta, sevgi ve değeri kaybetme korkusudur. Fakat toplumun bu duyguya yüklediği anlam, kıskançlığın nasıl yaşanacağını ve ifade edileceğini belirler.
Günümüzde sosyal medya kültürü bu tabloya yeni bir katman eklemiştir. Artık kıskançlık yalnızca bireyler arası bir mesele değil, aynı zamanda kolektif bir deneyimdir. Bir düğün fotoğrafı, lüks bir tatil, parlatılmış bir başarı hikayesi… Hepsi, kıskançlığı kitleler halinde tetikler. Böylece kıskançlık, bireysel olmaktan çok, sistematik olarak üretilen bir duyguya dönüşür.
Kıskançlık, yüzeye çıktığında çoğu zaman utanç duyduğumuz, bastırmaya çalıştığımız bir duygu. Ama onu sadece zayıflık ya da kötü niyet olarak görmek, insan doğasının en temel sinyallerinden birini yok saymak olur. Çünkü kıskançlık bize aslında neyin önemli olduğunu, neyi kaybetmekten korktuğumuzu ve hangi bağlara ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu gösterir.
Elbette bu duygu, aşırılığa kaçtığında yıkıcı hale gelebilir; ilişkileri zedeleyebilir, güveni eritebilir. Ama aynı zamanda farkındalıkla ele alındığında dönüştürücü bir pusulaya da dönüşebilir. “Benim için değerli olan ne? Neyi kaybetmekten korkuyorum? Değerimi hangi yanlış kıyaslamalarla ölçüyorum?” gibi sorular sormak, kıskançlığı bastırmak yerine anlamanın ilk adımıdır.
Sonuçta kıskançlık, sevgiye, değere ve bağa duyulan derin ihtiyacın işaretidir. Onu reddetmek yerine dinlemek, hem kendimizle hem de başkalarıyla daha sahici ilişkiler kurmamıza yardımcı olabilir. Belki de mesele kıskançlığı yok etmek değil, bize ne anlatmaya çalıştığını duymaktır.