Beynimiz Gerçekten Bilgisayar Gibi mi Çalışıyor?

İnsan zihnini anlamak için kullandığımız dil, neredeyse her zaman içinde yaşadığımız çağın teknolojilerinden ödünç alınmıştır. Antikçağ’da ruhun “dört sıvı”dan oluştuğuna inanılıyordu; öfke safra ile, melankoli kara safra ile, neşe kan ile açıklanıyordu. Ortaçağ’da mekanik saatler yükselişteyken, zihin de bir saat gibi görülmeye başlandı: dişliler, yaylar, tıkırtılarla işleyen bir düzenek. 19. yüzyılın telgraf çağında ise sinir sistemi, elektrik sinyallerini ileten kablolar gibi tahayyül edildi.

20. yüzyılın ortasında bilgisayarların ortaya çıkışı, bu metafor zincirinin en etkili halkasını yarattı. Zihin artık bir “bilgi işleyici” olarak görülmeye başladı. Algılar “girdi”, düşünceler “işlem”, hafıza “depolama”, dil “kod” olarak adlandırıldı. Bu benzetme, bilimsel bir kesinlik yanılsaması da sundu: İnsan zihni nihayet mekanik bir düzen gibi çözülebilecekmiş hissi.

Ama güçlü metaforların bir yan etkisi vardır: Fark ettirmeden kavrayışımızı sınırlar. Beyni bilgisayara benzettiğimizde, farkına varmadan zihnimizi dosyalarla, kodlarla, belleklerle düşünür hale geliriz. Oysa gerçek bundan çok daha karmaşıktır. Beyin sabit kayıtlar tutan bir makine değil, bedeni ve çevresiyle sürekli yeniden örgütlenen, bağlama göre farklılaşan canlı bir süreçtir.

İşte tam bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Zihni açıklarken kullandığımız metaforlar, gerçeği mi gösteriyor, yoksa yalnızca bize tanıdık gelen bir yanılsama mı sunuyor?

Bilgisayar metaforunun en çok yanılttığı alanlardan biri hafızadır. Çoğumuz belleği bir sabit disk gibi düşünür: Bilgi bir kez “kaydedilir”, gerektiğinde “açılır” ve olduğu gibi karşımıza çıkar. Oysa insan belleği böyle çalışmaz; hatırlama, saklanan bir dosyayı açmak değil, geçmiş deneyimi yeniden inşa etmektir.

Bunu basit bir deneyle görebilirsiniz. Elinize bir banknot almadan, üzerindeki detayları çizmeyi deneyin: Güvenlik şeridi nerede? Sayıların yazı tipi nasıldı? Çoğu kişi bu ayrıntıları karıştırır. Banknotu eline aldığında ise “zaten biliyordum” hissi uyanır. Ama aslında hafıza, bir fotoğraf gibi durmuyordu; bağlamla ve ipuçlarıyla yeniden kuruldu.

Anneannenin börek tarifini “ezbere” bildiğini sanırsınız ama tarif kitap gibi kafasında durmaz. Hamurun kıvamı, yağın kokusu, fırının o günkü ısısı… Hepsi bir araya geldiğinde doğru sonuç çıkar. Hafıza burada yazılı bir dosya değil, duyuların ve bedenin eşlik ettiği bir süreçtir.

Psikoloji araştırmaları da bunu destekler. Görgü tanıklığı üzerine yapılan çalışmalarda, insanların bir olayı yıllar sonra değil, birkaç saat sonra bile çarpıtarak hatırladıkları görülür. Çünkü beyin kayıttan ziyade hikaye kurar. Eksik parçaları tamamlar, bazen hiç yaşanmamış ayrıntıları bile yerleştirir.

Dolayısıyla “hafızam beni yanıltıyor” dediğimizde aslında belleğin özelliğini gözlemlemiş oluruz. Çünkü hatırlamak, hatasız bir geri çağırma değil, sürekli yeniden kurulan bir inşa sürecidir.

Bir kalecinin ceza sahasına gelen ortayı karşıladığını düşünün. Top hızla yaklaşırken kalecinin beyninin Newton formüllerini çözerek “yörüngeyi hesapladığını” mı sanıyoruz? Oysa gerçekte olan şey, göz, boyun, gövde, bacak ve mekanın sürekli birbirini ayarlamasıdır. Kaleci, topun hattını “tutar”; yani çevreyle birlikte anda kalibrasyon yapar. Bu, satır satır işleyen bir algoritmadan çok, canlı bir uyum sürecidir.

Benzer şekilde, yeni bir şarkıyı ilk duyduğunuzda ritme uyamazsınız; birkaç tekrar sonra bedeniniz kendiliğinden yakalar. Bu, bir “veri depolama” değil, dinamik bir örüntünün yerleşmesidir. Müzikal ritim, kulağınızın yanı sıra nefesiniz, el hareketleriniz ve kas belleğinizle birlikte öğrenilir.

Gündelik hayatın sıradan örnekleri de bunu gösterir. Arabayı ilk kullanmaya başladığınızda her viteste bilinçli olarak düşünürsünüz. Ama zamanla, çevredeki trafik, yolun eğimi, motorun sesi hep birlikte yeni bir örüntü kurar. Artık “dosyaya kaydedilmiş bilgi”yi çağırmazsınız; bedeniniz çevreyle birlikte tepki verir.

Bu, bilgisayar metaforunun eksikliğini ortaya koyar. Çünkü bilgisayar, ne kadar hızlı olursa olsun, çevresiyle bedensel bir bütünlük içinde çalışmaz. İnsan zihni ise tam da bu bütünlük içinde anlam kazanır: Algı, hesaplanan bir şey değil, yaşanan bir süreçtir.

Bilgiyi yüklemek”, “hafızayı güçlendirmek”, “programı yeniden çalıştırmak”… Bu dil eğitimde, terapide ve gündelik hayatta çok sık karşımıza çıkıyor. Ama bu ifadeler, zihnin işleyişini olduğundan daha mekanik gösteriyor. Gerçekte öğrenme ya da değişim, bir yazılım güncellemesi gibi tek hamlede olmuyor; bağlam, beden ve ilişkiyle birlikte kurulan canlı süreçler üzerinden işliyor.

Örneğin eğitimde: Öğrenciye sadece bilgi “aktarmak” çoğu zaman yeterli değildir. Çünkü bilgi, bağlamdan kopuksa kolayca kaybolur. Oysa aynı kavramı farklı mekanlarda, farklı araçlarla ve farklı bağlamlarda uygulamak öğrenmeyi kalıcı hale getirir. Yabancı dilde kelime listesi ezberlemektense, o kelimeyi gerçek bir konuşmada, jestlerle, ses tonuyla birlikte deneyimlemek daha etkilidir.

Terapi de aynı mantıkla işler. Bir danışana sadece “şöyle düşünmelisin” demek, kafasına yeni bir yazılım yüklemek gibi çalışmaz. Asıl değişim, terapötik ilişkinin içinde, yeni bir duygusal deneyim yaşandığında gerçekleşir. Güvenin yeniden kurulması, sınırların bedensel olarak hissedilmesi, danışanın kendini farklı bir bağlamda deneyimlemesi… İşte bunlar zihnin yeniden örgütlenmesini sağlar.

Gündelik hayatta da aynı ilke geçerlidir. Sınava çalışırken notları tekrar tekrar okumak yerine, boş bir odada yüksek sesle anlatmak; çünkü gerçek sınavda yaşayacağınız şey okuma değil, anlatmadır. Spor yaparken yalnızca kasları değil, nefesin ritmini ve dikkatinizi de eğitmek. Bir konuşmaya hazırlanırken sadece metni değil, ortamı, sesi ve bedeni de prova etmek. Bunların hepsi, zihni dosya sisteminden çıkarıp pratik bir beceri olarak kavramanın yollarıdır.

Sonuçta mesele şudur: Beyni bilgisayar gibi görmek, insanı hesaplanabilir ve kontrol edilebilir bir makine gibi hayal etmemize yol açar. Ama bu benzetmeden vazgeçtiğimizde, zihni çok daha insani bir çerçevede görebiliriz. Zihin, dosyalardan çok ritimler, alışkanlıklar, ipuçları ve ilişkilerle çalışır. Bu farkındalık, hem bilime hem eğitime hem de ruh sağlığına yeni bir derinlik katar. Ve en önemlisi, kendimize karşı daha merhametli olmamızı sağlar: “Neden kaydedemedim?” yerine “Nasıl bir bağlamda öğrenirim, nasıl bir ilişkide değişirim?” diye sormayı öğreniriz.

Önceki
Önceki

Tükenmişlik Çağı: Neden Hep Yorulmuş Hissediyoruz?

Sonraki
Sonraki

Hep Aynı İnsana Aşık Olmak: Bilinçdışının Tekrar Oyunları