Başarı Masalı: Meritokrasinin Görünmeyen Bedelleri
Sabah haberlerinde bir girişimcinin öyküsünü duyuyorsunuz: sıfır sermayeyle başlamış, kendi azmiyle şirketini kurmuş ve şimdi milyon dolarlık bir marka sahibi. Akşam bir belgeselde, çocuklukta yoksulluk çekmiş ama büyük bir turnuvada şampiyon olmuş bir sporcunun hayatını izliyorsunuz. Sosyal medyada da “hayallerinden vazgeçmeyen” bir sanatçının başarı hikayesi dolaşıyor. Bu öyküler hepimize şunu fısıldıyor: Çabalarsan sen de yapabilirsin.
İşte bu düşünce, meritokrasinin büyüsüdür. Başarıyı, kişisel çaba ve yetenekle açıklayan bir inanç. Yüzeyde bakıldığında adil görünüyor: Herkes aynı yarış pistinde, kimin daha hızlı koştuğu belirleyici olacak. Bu yüzden meritokrasi, modern toplumların en cazip mitlerinden biridir.
Ama meseleye yakından bakınca tablo değişiyor. Çünkü pist herkes için aynı değil. Bazı insanlar yarışa bir adım önde başlıyor: iyi okullara erişim, güçlü aile bağları, geniş sosyal ağlar ya da basitçe şans. Yine de toplumun büyük kısmı, başarı öykülerinin parıltısı altında bu farklılıkları görmezden gelmeye eğilimli.
Bu yüzden meritokrasi, sadece bir toplumsal düzenleme fikri değil, aynı zamanda bir duygusal hikaye anlatısıdır. İnsana umut verir, ilham olur ama aynı zamanda, başarısız olanın bütün yükünü kendi sırtına yükleyen sessiz bir baskı da kurar.
Meritokrasiye inanmanın en güçlü yanı, insana kontrol duygusu vermesidir. “Hayatım benim elimde” düşüncesi, özellikle belirsizlik çağında büyük bir teselli sunar. Ama işin içinde tehlikeli bir yan vardır: başarıyı sadece bireysel çabaya bağlamak, kazanan için kibri, kaybeden içinse suçluluk ve utancı besler.
Kazanan taraftan başlayalım. Bir kişi istediği noktaya ulaştığında, çoğu zaman bütün başarıyı kendi azmine ve zekasına mal eder. Bu, kendini güçlü hissettirir ama aynı zamanda empatiyi aşındırır. Çünkü aynı mantıkla, başkalarının başarısızlığı da “çalışmamış olmaları” ya da “yeteneksiz olmaları” ile açıklanır. Böylece toplumsal engeller, şans faktörleri veya yapısal eşitsizlikler görünmez olur. Başarı, kibri besleyen bir “ben hak ettim” anlatısına dönüşür.
Öte yandan başarısızlık yaşayan kişi için tablo çok daha ağırdır. Eğer başarı yalnızca çabanın sonucuysa, o zaman başarısızlık da doğrudan yetersizliğin kanıtıdır. Bu durumda birey kendi hayatındaki yapısal engelleri görmez; sürekli kendini suçlar. “Ben yeterince çalışmadım, ben yeterince akıllı değilim.” Bu düşünce zinciri, zamanla yoğun suçluluk ve değersizlik duygularına hatta depresyona kadar gidebilir.
Psikanalitik açıdan meritokrasi, benlik üzerinde sürekli bir baskı yaratır. Başarı, değerin tek ölçütü haline gelir. Bu da narsisistik kırılmalara, kaygıya ve tükenmişliğe yol açar. Çünkü kişi kendini yalnızca elde ettiği sonuçlarla tanımlamaya başlar. Başarı olmadığında, benlik de sarsılır.
Bilişsel-davranışçı psikolojiden bakıldığında ise meritokrasi irrasyonel bir inanç üretir: “Her zaman daha iyisini yapmalıyım, aksi halde değerim yok.” Bu tür mutlak beklentiler, kişiyi sürekli tatminsizlik içinde bırakır. Ne kadar ilerlese de yeterli hissetmez, çünkü çıta hep daha yükseğe taşınır.
Sonuçta meritokrasi, bireyin iç dünyasında çift yönlü bir tuzak kurar: Kazanırsan kibirle baş başasın, kaybedersen suçluluk ve utançla. Her iki durumda da sahici özgürlükten ve huzurdan uzaklaşırsın.
Bir örnek düşünelim: Yoksul bir ailenin çocuğu, düşük kaynaklara sahip bir okulda okuyor. Eğitim materyalleri sınırlı, öğretmenler yorgun, derslikler kalabalık. Başka bir semtte, varlıklı bir ailenin çocuğu özel dersler alıyor, teknolojiye erişimi sınırsız, yabancı dilini geliştirmek için yaz okullarına gidiyor. Bu iki çocuğun hayat yolculuğu aynı başlangıç çizgisinden mi başlıyor? Elbette hayır. Ama meritokrasi ideolojisi bize şunu fısıldıyor: “Başarılı olan daha çok çalıştı, başarısız olan yeterince çabalamadı.” Böylece yapısal engeller gözden kayboluyor.
Sosyologlar bu duruma “hak edilmiş eşitsizlik” diyor. Zenginliğin yalnızca çalışkanlığın sonucu olduğuna inanıldığında, yoksulluk da tembellikle açıklanıyor. Bu bakış, toplumsal eleştiriyi susturuyor. Gelir uçurumları, fırsat eşitsizlikleri, sınıfsal farklılıklar görünmezleşiyor. Çünkü herkes, başına geleni hak etmiş gibi görülüyor.
Üstelik meritokrasi inancı modern ekonomilerin işine geliyor. Çünkü sisteme yönelik öfke, bireyin kendi içine dönüyor. “Daha çok çalışmalıyım, daha iyi olmalıyım” diyerek suçu kendinde arayan insanlar, düzenin adaletsizliklerini sorgulamıyor. Çalışma kültürü bu sayede yeniden üretiliyor: bireyler tükenme noktasına gelse bile hala yeterince çabalayamadıklarını düşünüyor.
Kültürel düzeyde ise başarı, bir kimlik göstergesine dönüşüyor. İnsanların değeri; unvanlarıyla, maaşlarıyla, kazandıkları prestijle ölçülüyor. Statü yarışı, adeta modern çağın görünmez ritüeli haline geliyor. Oysa bu yarışta herkes aynı parkurda koşmuyor. Kimisi yokuş yukarı tırmanıyor, kimisi asfalt bir yolda ilerliyor. Ama meritokrasi anlatısı, bütün farklılıkları silip tek bir mesaj veriyor: “Yeterince istersen, sen de yaparsın.”
Bu da toplumu derin bir şekilde kutuplaştırıyor. Başarılı olan kibirle yükselebiliyor; başarısız olan ise suçlulukla eziliyor. Ortak bir yaşam zemini zayıflıyor. Toplum, adil bir düzenin peşinde birleşmek yerine, bireylerin birbirini suçladığı bir arenaya dönüşüyor.
Meritokrasi, özellikle Amerika ve Batı dünyasında, adeta bir toplumsal mitolojiye dönüşmüştür. “American Dream” olarak bilinen anlatı, bu inancın en güçlü örneğidir: Eğer yeterince çalışırsan, hangi sınıftan gelirsen gel, yükselirsin. Bir göçmenin fabrikada başlayan yolculuğunun çocuklarının Harvard’da devam etmesi ya da yoksul bir aileden çıkıp milyarder olan girişimciler… Bu hikayeler, toplumun kolektif hayal gücünü besler. Ama aynı zamanda, büyük bir yanılsamayı da perde arkasında gizler.
Çünkü gerçek hayatta bu hayalin gerçekleşme olasılığı, anlatıldığı kadar yüksek değildir. Sosyolojik araştırmalar, Amerika’da sosyal hareketliliğin sanıldığından çok daha düşük olduğunu ortaya koyuyor. Yani, insanlar çoğu zaman doğdukları sınıfta kalıyor. Ancak meritokrasi inancı bu gerçeği örter. “Eğer başaramadıysan, yeterince çalışmamışsındır” düşüncesi, eşitsizliği kişisel bir kusur gibi gösterir.
Gelir adaletsizliği de bu ideolojiden beslenir. Batı kapitalizmi, meritokrasiyi adeta meşrulaştırıcı bir ideolojik kalkan olarak kullanır. Çok zengin olan kişi, yalnızca daha zeki ya da daha çalışkan olduğu için o noktaya gelmiş gibi sunulur. Bu bakış açısı, servetin adaletsiz dağılımını doğal ve hak edilmiş gösterir. Aynı şekilde yoksulluk da kişisel tembellik, iradesizlik ya da yetersizlikle açıklanır. Böylece yapısal sorunlar (eğitimde fırsat eşitsizlikleri, sağlık sistemindeki uçurumlar, sınıfsal ayrımcılıklar) görünmez hale gelir.
Buradaki çarpıklık şudur: Başarı anlatıları, hep kazananların perspektifinden anlatılır. Bir milyarderin “her gün sabah beşte kalktım, çok çalıştım” sözleri, televizyon programlarında ve kitaplarda parlatılır. Oysa aynı disiplinle yaşayan ama hiçbir zaman fırsat kapıları açılmayan milyonlarca insanın hikayesi sessiz kalır. Çünkü sistemin onlara biçtiği rol, başarı değil görünmezliktir. Meritokrasi inancı, bu adaletsizliği normalleştirir: “Demek ki hak etmediler.”
Bu nedenle Batı toplumlarında meritokrasi, sınıf uçurumlarını gizleyen bir perde işlevi görür. Kazananın haklı, kaybedenin suçlu olduğu bir düzende, gelir eşitsizliği artık tartışılması gereken bir adaletsizlik değil, doğal bir sonuç gibi algılanır. Böylece ideoloji, hem bireysel benlikleri şekillendirir hem de politik sistemin sorgulanmasını engeller.
Meritokrasi sadece sosyologların ya da ekonomistlerin ele aldığı bir mesele değildir; filozoflar da uzun zamandır bu inancı masaya yatırıyor. Çünkü burada tartışılan şey yalnızca “kim başarılı olur” sorusu değil, aynı zamanda “başarının anlamı nedir, değerimizi nasıl ölçeriz?” sorusudur.
Siyasi filozof Michael Sandel, The Tyranny of Merit adlı kitabında meritokrasinin yalnızca bir yanılgı olmadığını, aynı zamanda toplumu bölen bir kibir kaynağı olduğunu söyler. Ona göre meritokraside kazanan, başarıyı tamamen kendi zekası ve çalışkanlığına bağlar. Bu da onu “hak edilmiş” bir üstünlük duygusuna sürükler. Kaybeden ise başarısızlığını kendi yetersizliği olarak görür ve utançla baş başa kalır. Sonuç: kazananla kaybedenin birbirine yabancılaştığı, ortak zemini kaybetmiş bir toplum.
Alain de Botton, konuyu bireysel düzlemde ele alır. Ona göre modern insanın en derin kaygılarından biri “statü endişesi”dir. İşimiz, maaşımız, unvanımız bizim değerimizi belirleyen ölçütler haline gelmiştir. Bu bakış açısı, başarısızlığı yalnızca ekonomik bir kayıp değil, aynı zamanda varoluşsal bir yara haline getirir. De Botton, insanların kendini yalnızca başarı üzerinden tanımlamasının sahiciliği zedelediğini, derin mutsuzluk yarattığını söyler. Çünkü başarı, çoğu zaman toplumsal koşulların ürünü olsa da, modern kültür bunu bireyin kimliğinin tamamıymış gibi sunar.
Alan Watts ise daha radikal bir noktadan karşı çıkar. Ona göre Batı’nın başarıya tapınması, yaşamı bir yarış pistine dönüştürür: hep daha fazlası, hep bir sonraki basamak… Oysa Zen felsefesinden ilham alan bakışında, asıl mesele bir hedefe ulaşmak değil, sürecin kendisinde anlam bulabilmektir. Watts’ın söylediği şu basit cümle meritokrasi eleştirisinin özünü yakalar: “Yaşam, kazanılacak bir oyun değil; oynanacak bir dans gibidir.” Yani değerimiz, ulaştığımız sonuçlarda değil; hayatı nasıl deneyimlediğimizde saklıdır.
Bütün bu felsefi eleştiriler, aynı noktada birleşir: Meritokrasi insanı hem bireysel hem toplumsal düzeyde daraltan bir yanılsamadır. Kazananı kibirle şişirir, kaybedeni suçlulukla ezer. Oysa insanın değeri yalnızca işinde, maaşında ya da statüsünde değil; kurduğu ilişkilerde, paylaştığı anlamda ve topluma kattığı insani deneyimlerde yatar.
Sonuçta şu soruyla yüzleşiriz: Kendimizi değerli hissetmek için başarı yarışına mahkum muyuz, yoksa değerimizi birlikte yarattığımız yaşamın içinde mi bulacağız? Belki de özgürleşmenin yolu, Sandel’in söylediği gibi “kimin zirvede, kimin dipte olduğuna” odaklanmak değil; ortak yaşamı daha adil ve daha insani kılmaktan geçiyor. Ve belki de Watts’ın hatırlattığı gibi, asıl özgürlük, yarıştan çekilip yaşamın akışında yer bulabilmektir.